Nobranlığa inat nikbinlik…

           Vatandaşın bir kahvehanede dostları ile küfürlü konuşması, toplumda ne kadar tabii karşılanıyorsa, kendini aydın, siyasetçi, gazeteci, yazar veya toplumun üst kademesinde gören birinin benzer bir konuşması, sözü, yazısı veya davranışı da o denli anormaldir.
      Elinde meşale, karanlıkta ardından gelenlere yol gösteren, rehberlik eden birilerinin lakayt durumu, hiçbir zaman doğru karşılanmayacağı gibi, menzile ulaşmayı arzulayanların da hayalini öldürür.
    'Ne hale geldi birileri' diyenler, ne hale geldiklerini sorgulamalı.
    Kalplerdeki pislik, dillere, kalemlerden kâğıda, klavyeye dokunan parmaklardan yazıya döküldü.
   Toplumu aydınlatma görevleri unutuldu, birilerine çamur atma, iftira atma hastalığı başladı, mevcut ölümcül hastalıklar yetmiyormuş gibi.

 


        Hani bazen birinin mütemadiyen yaptığı bir davranışı gördüğümüzde tekerrür ettiğimiz; 'Ya gerçekten de bu hasta' sözü. Tam da burada gediğine oturuyor.
     Hastalık gömleği giymiş, arenada sağa sola saldıran bir boğa durumu hâkim.
Sıkıntılı şahıslar bile zaman zaman nobranlık giyeceğini kamufle edebilme basireti gösterebiliyorken, içe giyilmesinin bile ayıp karşılanacağı söz konusu libası giyip, sokağa çıkma cesareti gösterenlere 'divâne' dememek elde mi?
     Emin olun; çatışmacı üsluplarla, kirli, kırıcı dil kullanarak, kendini muzaffer ilan edenlerin son ikametgâhı, yenilgi çukuru olur.
    Yıllardır anlatılagelir; iki âmâ karşılıklı üzüm yiyorlarmış. Âmânın biri sürekli karşıdakine 'Üzümleri ikişer ikişer yeme ha!' diye uyarıda bulunuyormuş. Uyarıyı yapanın aslında üzümleri çifter çifter, hatta üçer-dörder yediğini tahmin eden diğer âmâ nikbinliğinden sükût edermiş.

 


          Şimdi bakıyoruz da uyarı yaparak kendinin çok temiz olduğunu haykıranların vaveylalarına kendileri de inanmıyor.
Susanların; 'Pisliğe taş atma, üstüne sıçrar' ilkesi ile sustuğunu bilemeyecek kadar cahil olduklarını fısıldamak mı lazım? Konuşulduğunda nelerin ortaya çıkacağı, hatta konuşulmasa bile nelerin olduğu gün gibi aşikâr.
    Övgülerde de, yergilerde de sınırlara dikkat edilmeli. Bu sınırları legal yollardan aşmak için pasaport yoktur. Aşılırsa kaçakçılık hüviyetine bürünülmüş olur. Yani yol doğru yol değildir, yanlış yoldur.
       Ömrünün önemli bir bölümünü, bazı şahısları övmeye, berrak göstermeye adamak ne kadar hatalı bir tutum ise, tam zıddını uygulamak da o denli hatalı bir tutumdur.

 


        Yarın, belki yarından da yakın öleceğiz. Kabre gireceğiz.
   Yaptığımız zerre kadar iyilikler de, kötülükler de tartılacak. Sosyal medyada sıkıntılı bir cümlemiz bile iyilik veya kötülük hanesinde yer alacaktır.
     Diller, yazılar berrak, duru, pak olmalı. Temizlenmesi için suya, kimyasal deterjanlara ihtiyaç olmamalı.
Nobranlıklara inat, nikbinlik elbisemizi üstümüzden çıkarmamaya gayret etmeliyiz. Asabiyet kabanımızı giymemek için, havanın çok soğutulmaması gerektiğini bilsek bile…
      Hoşgörü ortamının her daim hâkim olması için duamızı sürdüreceğiz. Tam manasıyla huzurun, refahın cennette olduğunu, 'yalan dünyada' olmadığını biliyorsak -şimdilik- sükût etmeliyiz.
     Yazımızı Rabbimizin bir ayeti ile bitirelim:

 


         "İyi bilin ki onlar, O'ndan gizlenmek için, kalplerindeki düşmanlığı gizliyorlar. Yine iyi bilin ki, elbiselerine büründükleri zaman bile, Allah onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir." (Hûd, 11/5)