Savaşın ardından kurulan düzende, insan haklarının korunması ve yaşatılması için bir mihenk taşı olmayı hedeflese de, günümüzün çok kutuplu ve çatışmalı dünyada bu idealin ne kadar hayatta yaşanabilirliği sorgulanıyor.
İnsan hakları, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası toplumun inşa ettiği düzenin en temel dayanak noktalarından biri olarak kabul edildi. Ancak bugün, bu idealin korunması ve yaşatılması, her zamankinden daha fazla küresel işbirliği gerektiriyor. Bu işbirliği ise çoğunlukla büyük güçlerin jeopolitik çıkarlarının gölgesinde kalıyor.
Küresel işbirliğine, insan haklarının korunmasında kritik bir sisteme sahiptir. Ancak uluslararası toplumun bir aktörü, kendi çıkarlarını ön planında sürdürmeye devam ediyor. Bu durum, insan hakları ihlallerinin azaltılmasını zorlaştırmakta, uluslararası dayanışmanın sürdürülmesini engellemektedir. Örneğin, Suriye'deki iç savaşta hayattaki insanın mağduriyeti ve yerinden edilmesi, büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarının bir sonucu olarak derinleşmiştir. Benzer şekilde, Uygur Türkleri'nin durumu ya da Filistin meselesi gibi konularda, insan haklarının korunmasında standartların ne kadar farklılaştığını gözler önüne seriyor.
Savaş sonrası dönemde kurulan Birleşmiş Milletler (BM) gibi yapılar, ortak bir irade ve değerler sistemi üzerinde yükseldi. İnsan haklarının korunması, uluslararası barışın sağlanması için bir ön koşul olarak görüldü. Ancak geçen on yıllar, bu müşterek anlayışın giderek parçalandığını gösteriyor.
Bugün dünya, Soğuk Savaş sonrası çok kutuplu bir yapıya evrilmiş durumda. ABD, Avrupa Birliği, Çin ve Rusya gibi güç odakları, insan hakları söylemini kendi çıkarlarına göre şekillendiriyor. Bir yanda Batı ülkeleri insan haklarını bir dış politika aracı olarak kullanırken, diğer yanda Çin ve Rusya gibi ülkeler, insan haklarının evrensel bir değer değil, ulusal egemenlik kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini savunuyor.
İnsan haklarının korunması adına kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla mücadelede önemli bir mekanizma olarak ortaya çıktı. Ancak UCM'nin etkinliği, büyük güçlerin desteği olmadan sınırlı kalıyor. Mahkeme, birçok ülkede adaletin sesi olarak görülse de ABD, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin mahkemeyi tanımamış olması, bu yapının etki alanını daraltıyor.
Örneğin, UCM'nin savaş suçlarına yönelik yürüttüğü soruşturmalar genellikle Afrika ülkelerine odaklanırken, büyük güçlerin işlediği iddia edilen suçlar siyasi dokunulmazlık kalkanıyla korunuyor. Bu çelişki, adaletin evrensel bir ilke olmaktan uzaklaşıp seçici bir araç haline gelme riskini doğuruyor.
UCM, en ağır suçlar olarak tanımlanmış soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçlarını yargılamak amacıyla kurulmuştur. Bu mahkeme, bireyleri sorumlu tutarak devletin sınırlarını aşan bir adalet anlayışını temsil eder. Netanyahu hakkında alınan karar, Filistin olaylarında yaşanan olaylar, günlük uzun süreli tartışmaların ve uluslararası camiada artan baskının bir sonucu olarak görülüyor.
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Netanyahu Haklarının güncel kararı, insan haklarının ihlallerine karşı küresel vicdanın bir parçasıdır. Bu karar, adaletin hiçbir coğrafyada göz ardı edilemeyeceğini ve hukukun, uluslararası toplumun temellerini oluşturan en önemli ilkelerden biri olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır.