O kış oldukça kar yağmıştı. Rüzgâr karı sağa sola savurmakta, hüküm süren tipi görüş açısını kapatmaktaydı.
Köylüler sulamak amacıyla hayvanları ahırdan çıkarınca, kapıdan yoğun bir buhar çıkmaktaydı.
Akşamüzeri hayvanlar çeşmede veya derede sulanıp tekrar içeri alınmış, sepetler dolusu saman hayvanlara verilmiş, böylece o günün işi bitmişti.
Az ile kanaat getirip, onunla mutlu olmanın başarıldığı, henüz elektriğin olmadığı zamanda… Gençler ve çocuklar tandır evinde toplanıyorlar. Binanın duvarları taş ve çamurla örülmüş.
Üstü ağaçlarla kubbe şeklinde yapılmış olup toprakla kapatılmış. En tepede bir baca var. Bacanın hizasında tabanda büyükçe bir tandır duruyor. Tandır gündüz yakıldığı için hala tatlı bir sıcaklığı barındırıyor.
Ortamı bir gazyağı çırası aydınlatıyor: Önce kalın ve parlak bir ışık huzmesi, uzadıkça rengi kızıla çalıyor, sonra dumana dönüşüyor. İnce, uzun duman hafif bir esintide dahi salına salına yükseliyor ve kayboluyor.
Tandırda yer kapma yarışına giriyoruz. Neyse ki bende bir yere yerleşiyorum. Tandırın kenarına oturup ayaklarımızı tandıra sarkıtıyoruz. Ayaklarımızdan başlayarak yukarı doğru tatlı bir sıcaklık yayılıyor, mayışıyoruz. Keyfimize diyecek yok.
Mehmet, bizim deyişimizle "Mıhı" bize masal anlatacak: Mıhı'nın küçük ve çukur gözleri, onların hemen üstünde kalın ve çatık kaşları, kısa kaslaşmış dolgun vücudu karizmatik bir görüntü oluşturuyor.
Davudi ve güçlü sesiyle masalına başlıyor: " Mirza Mehmet atına binip ava çıktı. Az gitti uz gitti. Bir geyik gördü. Onu kovaladı, geyik kurtulamayınca kendisini bir kuyuya attı. Peşinden kahramanımız da indi. Ne görsün? büyükçe muazzam bir şehir."
Ben hemen müdahale ederek: Kuyunun altında şehir olur mu? diyorum. "Sus sen bilmiyorsun!" diyor. Ben çaresizce otoriteye boyun eğiyorum. Çünkü daha fazla üzerine varırsak masalı kesebilir.
Bu arada acıktık diyenler var. Mutfağın köşesinden ekmek teknesi ortaya çekiliyor. Peynir/torak, kuru soğanlar getiriliyor. Soğanlar yumruk vurularak kırılıyor. Henüz; hormon, ilaç, gübre bulaşmamış yiyecekler afiyetle yeniyor.
Mıhı masala devam ediyor: "Mirza Mehmet şehre inince atının dizginlerini serbest bıraktı. At giderek, yaşlı nenenin evinin kapısında durdu. Mirza Mehmet; Ben tanrı misafiriyim. Bana bir su verir misin? dedi. İhtiyar nene dedi ki; Evladım şehrimizin suyuna bir ejderha musallat olmuş, her hafta ona bir kız sunuyoruz yoksa su almıyoruz. Bu hafta sıra padişahın kızındadır. Mirza Mehmet; öyle mi? Bana çeşmenin yolunu gösterin dedi. Çeşmeye varıp, kılıcını çekti, canavarı öldürerek padişahın kızını kurtardı…"
Masal uzuyor, uzadıkça gerçek üstü olduğu halde bizleri mest ediyor. Masalın kahramanları çıranın kısık ışığı altında; adeta canlanıp aramızda dolaşıyorlar. Ruhlarımızı okşayan mistik bir hava oluşturuyorlar. Onlarla o kadar bütünleşiyoruz ki; daha sonraki yıllarda, bütün görselliğine rağmen, sinema, tiyatro ve televizyondan aynı hazzı alamıyoruz.
Nihayet masal; Mirza Mehmet'in bu makaleye sığdıramayacağımız bir dizi kahramanlığı ve Mıhı'nın bunları bir türkü ile süslemesiyle bitiyor. Bir arkadaşımız; "Bize yılanın masalını da anlat." diyor. Mıhı;"Hayır, o Sevdin'in masalıdır. Kendisi size yarın akşam anlatsın." diyor.
Mutfağın kapısını açıp dışarı çıkıyoruz. Fırtına dinmiş, yumuşak bir kar yağışı başlamış. Yağış böyle devam ederse sabahleyin keklik avı mümkün olabilir…
Masalın dinleyicileriyle anlaşıyoruz: Sabahleyin damların üzerini kardan temizledikten sonra; silahsız olarak?
Keklik avına gideceğiz…