Prof.Dr. Mustafa Sönmez benim çocukluk arkadaşımdır. Bizler Bahçıvan Mahallesinde çocukluğumuzu yaşadık gençlik yıllarımızda bu mahallede geçti.
Sevgili Mustafa ile kaç sene bir lastik topun peşinden koşturduk durduk. Top oynamayı seviyorduk ama bir topumuz bile yoktu. Allah razı olsun eski meydan müdürü Ekrem Ergun'un oğlu Taner'in arada bir getirdiği topla vaziyeti kurtarıyorduk.
Mustafa okumayı çok severdi ve çok kitap okurdu. Beraber kütüphaneye gider kitap okurduk. Sinemaya giderdik o siyah-beyaz filmlerin oynadığı yıllarda.
Derken efendim biz İlkokulu Atatürk İlkokulunda okuduk ondan sonra Atatürk Lisesine gittik ve dillerimiz ayrı düştüğü için (bana almanca ona İngilizce çıktı) ayrı sınıflarda okuduk.
Ben tahsilimi fazla sürdüremedim. Fakat Mustafa çok çalışkan ve Zeki olduğu içn (Önceden de belli idi zaten) yüksekokullarda okudu ve bir gün baktım Cumhuriyet Gazetesinde Ekonomi yazıları yazıyor. Ve anladım ki şu anda da ülkemizin sayılı ekonomi yazarlarından birisi.
Arkadaş hatırına arada bir sırf Cumhuriyet Gazetesi de almaya ve yazılarını takip etmeye başladım. Onunla bir Vanlı olarak gurur duyuyorum. Herkesin görüşü çok önemli değil bana göre önemli olan insanın yaşadığı ülkeye yaptığı katkılardır.
Bu gün de çocukluk arkadaşımın 23 Ekim depreminden 3 gün sonra yazdığı bir yazıyı burada sizlerle paylaşmak istedim Sevgili dostlar
Bakalım sevgili Prof.dr. Mustafa Sönmez o gün 26 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde bakalım ne yazmış:
'Bir deprem, bir sel, hortum, heyelan… Afetler karşısında çaresizlik yaşayanların yüzlerindeki acıyı, korkuyu, tükenmişliği gördükçe, "Büyük İnsanlık"ın, doğa karşısında, çağlardır yaşadığı ilerlemeye karşın, ne yapsa yine de aciz kaldığını, içim burkularak izlerim hep. Çaresizlik, "büyük insanlık"ın tümü için değildir elbette.
Altta kalanların canı çıkar, acıyı onlar çeker, çaresizlik onlar içindir. Depreme karşı en dayanıksız barınaklar onlarınkidir. Selin önüne katıp götürdüğü onların barınakları, gecekondularıdır…
Anayasasına "barınma hakkı, sağlık hakkı, çalışma hakkı herkes içindir" yazan devlet, pek hatırlamaz bu sorumluluğunu. Gücü yeten, afete karşı önlemini alır, sağlam binalar yapar; güçsüz olan için başını sokacak bir damdır öncelikli olan.
En lüksünden en sıradanına kadar, özellikle deprem riski olan bölgelerde, barınağın insani yaşam şartlarına uygunluğunu sağlamak, bunu denetlemek devletin sorumluluğudur. Ama nerede? Doğduğum şehir Van'ın tarihi depremlerle doludur. Çoğu Anadolu illeri gibi. Van'da depremle ilk tanışıklığım 1968'in Kurban Bayramı sabahı oldu. O sarsıntıdan duyduğum korkuyu bugün bile hissederim. Sert bir sarsıntı değildi ama korkutmuştu, yer yer çatlaklara yol açmıştı Van'ın o dönemdeki kerpiç evlerinde. Okuduğum lisenin duvarlarında çatlaklar olduğu için okulu bir süre tatil etmiş, sonra başka bir binada, eğitime devam demişlerdi.
Van'da tanıştığım depremi 1999'da, İstanbul'da bir kez daha yaşadım. 17 Ağustos sabahı uykularımızı altüst eden o sarsıntı, çoğumuz gibi benim de kâbusum oldu. O felaketten sonra İstanbul'a, "Depremini bekleyen şehir" dediler. Özellikle Anadolu'daki her deprem, vurduğu kentin üstüne projektörleri de çevirir. Her enkazın altından yoksulluk çıkar. Yoksulluk, Van'da da çıkacaktır yıkıntıların içinden. Hakkâri, Bitlis ve Muş ile Van, Türkiye'nin en yoksul illeri arasında. Nüfusun yüzde 49'u kentlerde yaşıyor.
Yani Türkiye'nin kentleşme ortalamasının (yüzde 72) bir hayli gerisinde. Van, çevre illerinden göç alır ama Batı illerine daha çok göç verir. Depremin vurduğu Van ile Erciş, nüfusun en yoğun olduğu merkez ilçeler.
Hayvancılığın ihmali ve kırda yaşanan düşük yoğunluklu savaşın da itmesiyle, kent merkezleri kırlardan büyük göç aldı. Bu, konuta olan talebi de hızlandırdı. 1980'lerden başlayarak Van'ın, Urartu Uygarlığı'nın mirası su kanallarıyla sulanan geleneksel bahçeli evleri yıkıldı, yerlerini çok katlı apartmanlar aldı. Yapılanların sağlıklı, denetlenmiş binalar olduğu pek söylenemezdi. Son depremin gündüz yaşanması can kaybını düşürücü bir etken ama evlerin çoğunda ciddi hasar olduğu bildiriliyor. Geleneksel olarak kaçakçılığın, özel olarak uyuşturucu kaçakçılığının kente getirdiği bir sermaye birikimi var. Eskiden bu birikim büyük illere aktarılırdı. Son zamanlarda ise bu paranın, Van'da büyük otel, iş merkezi gibi yapıların yanında görece lüks konut yatırımına dönüştürüldüğü gözleniyor.
Bu konutların alıcıları arasında İranlı tüccarlar da var. Ama genelde yapı stokunun kalitesi iyi değil. Nasıl iyi olsun? Van, resmi işsizliğin yüzde 17, gerçek işsizliğin yüzde 30 olduğu bir kent. Van bölgesinde kişi başına milli gelirin düzeyi, Türkiye ortalamasının yüzde 36'sından ibaret. Yeşil kartlı yoksul nüfus, toplam nüfusun yüzde 51'ine ulaşıyor.
Bu gelir düzeyi ile sağlam, kaliteli bir konutun sahibi olunur mu, kirası ödenir mi? Özellikle üniversite öğrencilerinin, sivil-asker bürokrasinin, alt-orta sınıfın barındığı kiralık konutlarda da depreme dayanıklılık, kalite, yerlerde sürünüyor. Kırlardaki kerpiç evler ise bakımsız ve en küçük depreme dayanıksız barınaklar.
Her deprem sarsıntısı, kent yoksulluğunu da ortaya döker. Dayanıksız binaların enkazı altında onlarca, yüzlerce yoksul, "Kimse yok mu!" diye çığlık çığlığa bağırır da kimseye duyuramadan yiter gider, çekilir aramızdan. Hamasi nutuklara rağmen, önlemler alınmaz, rant gözlere kalır yine meydan.
Çaresizlikle baş başa kalır yoksullar, kimsesizler. Devlet büyüklerine sorarsanız, deprem hazırlıkları tamdır; hazırlıktan anladıkları, öncelikle ceset torbalarını hazır etmektir. İhale yapılmış ve yüz binlerce ceset torbası bir yerlere istif edilmiştir…