Hidayet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kâ­be’ye her taraftan insanlar akın akın gelip hac mevsiminde ziyaret ediyorlardı.

  Kâbe’nin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım kimseler hazmedemi­yor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş Melikinin Yemen Vâlisi Ebrehe Eş­rem idi.Ebrehe, Kâbe’ye olan insan akınını önlemek için, Bizans İmparatorunun da yardımıyla önce San’a şehrinde Kulleys adında bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi, dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu!

  Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı buraya cel­be­de­cek­ti. Dolayısıyla Kâbe’ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış olacaktı!

   Ebrehe’nin, Kâbe’ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muh­teşem bir kilise yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu arada, Kinâne kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek Kul­leys’in içini dışını pisliğiyle kirletti; sonra da kaçıp memleketine döndü.

  Bu hadise, insanların Kâbe’ye teveccühünün devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden çıkardı. Hadiseyi Araplar­dan birini yaptığını da öğrenince, “Araplar, bunu, Kâbe’lerinden yüz çevirtti­ğim için yapıyorlar. Ben de onların Kâbe’sinde taş üstünde taş bırakmayaca­ğım!” diye yemin etti; sonra da, Kâbe’yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yü­rümeye hazırlandı. Habeş Necâşîsinden “Mah­mud” adındaki meşhur fili is­te­di. Necâşî, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isim­li fili, Eb­re­he’­ye göndererek onun arzusunu yerine getirdi.

  Ebrehe, ordusunu hazırladı, Mekke’ye doğru yola çıktı.

  Mahmud adlı fille, ordunun önünde, Mekke’ye doğru iler­li­yor­du.Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya karşı çıktılar; fakat muvaf­fakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlup edildiler.Ebrehe, ordusuyla Mekke’ye yakın Muğammis denilen mev­kiye gelince, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi.

Süvari birliği, Mekke civarına kadar sokularak Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’in iki yüz devesi de dâhil Ku­reyş ve Tihamelilerin sü­rü­lerini gasp etti.

  Bu sırada, Ab­dül­mut­ta­lib, Ku­reyş kabilesinin reisi idi.

   Ebrehe, bir elçiyle, Ku­reyşlilere şu haberi gönderdi:“Ben sizinle harp etmek için değil, şu mâbedi yıkmak için gel­dim! Eğer ba­na karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şayet Ku­reyş kabile­sinin reisi benimle harp etmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin!”

   Ku­reyş Reisi Ab­dül­mut­ta­lib’in, elçiye cevabı şu oldu:“Allah adına yemin ederiz ki biz kendisiyle harp etmek is­te­mi­yo­ruz. Zaten, buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed, Allah’ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe’yi bu hareketinden vaz­geçirecek güç ve kuvvet yoktur.”

   Karşılıklı bu konuşmadan sonra Ab­dül­mut­ta­lib, elçiyle birlikte Ebrehe’nin ya­nına vardı.Ab­dül­mut­ta­lib, heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı gayriihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu. Abdülmuttalib, isteğini belirtti: “Askerlerin, iki yüz devemi almıştır. Ar­zum, develerimin iadesidir.”

   Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, “Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya başlayınca, pek de öyle büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve atalarının tapınağı olan Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen ondan söz etmiyorsun da aldığım iki yüz deveden bahsediyorsun!” diye ko­nuştu.

   Ab­dül­mut­ta­lib, Ebrehe’nin alaylı tavrına aldırmadan, “Ben, develerimin sa­hi­biyim. Kâbe’nin de bir sahibi ve koru­yucusu vardır; elbette onu koruya­caktır!” diye karşılık verdi. Bu sözler, Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu:“Onu bana karşı kimse koruyamaz!”Ab­dül­mut­ta­lib, yine sözün altında kalmadı ve “Orası beni ilgilen­dirmez. İş­te sen ve işte o!” dedi.

  Karşılıklı bu konuşmalardan sonra Ebrehe, Ab­dül­mut­ta­lib’­in gas­p edilen de­velerini geri verdi. Ab­dül­mut­ta­lib, ordugâhı terk ederek Mekke’ye geldi ve olup bitenleri Ku­reyşlilere anlattı. Ayrıca iki yüz deveyi de Allah için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest bı­raktı.

  Ab­dül­mut­ta­lib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korun­mak için Mekke’yi boşaltmalarını, halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kâbe’nin yanına vardı ve kapısının halkasına yapışarak, “Allahım! Bir kul dahi evini barkını korur. Sen de Kendi evini koru! Ta ki yarın onların sa­lîb­leri ve kuvvetleri, Senin kuvvetine galebe çalmasın”[8]diye dua etti.

  Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordu­sunun yapacaklarını beklemeye koyuldu. Mekke mahzun, Kâbe mahzun, Ku­reyş mahzundu.

Ertesi günün sabahı idi. Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yerle bir etmek için, Eb­rehe ordusunda ha­zırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret beklemekte idi.Tarih: Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü.Ordu, hareket edeceği sırada Ebrehe’ye kılavuzluk görevini üzerine almış bulunan Nüfeyl b. Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud’un kulağına eği­le­rek şunları fısıldadı:

“Çök Mahmud! Sağ sâlim geldiğin yere dön. Sen, Allah’ın mukaddes say­dığı beldedesin!”

Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı.

   Nüfeyl’in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birdenbire çöküverdi.Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak olamadı­lar. Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde ko­şuyor, Şam’a doğru çevirdikle­rinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan ko­şuyordu. Ancak yüzünü Mekke’ye doğru çevirdiklerinde, adeta bacaklarındaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.[Bu heyecanlı anda, kimsenin Fil-i Mahmud’un bu hareketine akıl erdireme­yip düşündüğü sırada, Cenab-ı Hak, “Celâl” ismiyle tecelli etti ve Kur’an’da “Ebâbil” diye adlandırılan kuş­ları, deniz tarafından, Ebrehe ordusunun üze­ri­ne salıverdi.

  Kır­langıçlara benzeyen bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayakla­rın­da olmak üze­re nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşı­yordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, ânında yerde debelenip ölüve­ri­yordu.

   Taş yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp kal­dılar. Bir anda ka­rargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda canlarını zor kurtaran­lar arasında idi. Fakat aldığı bir taş yarasıyla sonradan o da, arzusuna muvaf­fak olamadan ölüp gitti.

  Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adın­daki fil de sağ kurtuldu.

   Cenab-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebâbil kuşlarını musallat ettikten sonra, ay­rıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.