Bu kelimenin nasıl da anlam kaymasına uğradığının farkında mısınız?
Çok yakın zamana kadar gençlik denilince akla "kimlik ve ideal arayışı" gelirdi. En azından okuduğumuz kitaplarda, kulak misafiri olduğumuz, dinlediğimiz dost sohbetlerinde hep bu arayıştan bahsedilirdi.
Bir delikanlının damarlarında akan o enerjiyi yönlendireceği bir gayesi olmalıydı. Bir genç kız hayat tarzını ve hayat arkadaşını      seçerken belli bir gayeye göre hareket etmeliydi. Böylece üretkenlik çağının zirvesini yaşayan gençler, sahip oldukları enerjiyi en      yüksek değerlere harcayarak en güzel sonuçlara ulaşmalıydı.
     Şu gelip geçici hayat elbet bir gün bitecekti. Hele onun en dinamik çağı olan gençlik, bir rüya kadar gelip geçiciydi.
Üstelik gençlik çağı aynı zamanda heyecan, duygusallık ve acemilik çağı da demekti. Bu yüzden bu dizginlenmesi zor, hoyrat enerjinin deneme yanılmalarla heba edilmemesi gerekirdi.
     Aslında değerlendirilen sadece gençlerin enerjisi değildi, gencin bizzat kendisiydi.
Seçtiği o yüce gaye ve ideal sayesinde gencin bir şahsiyeti, toplumda bir ağırlığı ve tarihte bir rolü olacaktı. Böylece hayatı biyolojik bir süreç olmaktan çıkıp yüksek bir manaya bürünecekti.
     Öyleyse gençler kendilerine bir hayat gayesi seçerken çok dikkatli olmalıydı. Hayatlarını adayacakları inanç ve ideal onların hayatına gerçekten mana katmalıydı.
     Bütün bu nasihatlerin temelinde hep aynı kabul vardı: "gençlik çağında insan hayatını manalandıracak bir gaye aramalıdır. Sonra ömrünün en verimli çağını seçtiği bu gayeye adayarak fani varlığına ebedi bir değer kazandırmalıdır."
Gençlik denilince akla hemen gaye ve adanma gibi kavramların geldiği o günler geride kaldı.
Şimdilerde gençlik dediğimiz zaman akla hangi kelimeler geliyor?
Gençlik müzikleri, filmleri, internet siteleri, komik videolar…
Okul, dershane, yurtdışında eğitim, iş, başarı, kariyer, alışveriş ve eğlence mekânları…
Nasıl oldu bu?
Elbette birden bire olmadı…
     Bir zamanlar karşıt kamplarda birbirine diş bileyenler önce aynı koğuşlarda volta attılar. Daha sonra da farklı gazetelerin köşelerinden ufak tefek atışmalarla yetinir hale geldiler. Onların çocukları ise aynı okulların koridorlarında, kantinlerinde göz göze gelmeden yürüyüp geçmeyi ve kendi hayatlarına bakmayı öğrendiler.
Belki de bir zamanlar gençlere "ideal sunmak" adı altında onları silahlandıran ve birbirlerini öldürtenler yüzünden bugünkü gençler      bütün ideal empoze edenlere kulaklarını tıkar hale geldi.
     "Sen yanmazsan ben yanmazsam o yanmazsa, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa," diyerek gençleri ateşe atanlar, anne babaları da ürküttü. Onlara çocuklarını okula gönderirken "Aman yavrum, anarşistlere uyma. Sen sadece okulunu bitirmeye bak," diye tembih etme ihtiyacı htirdi.
Elbette ekonomik sistemin de etkisi vardı bu idealden yoksun, sadece kendi hayatını düşünen bencil bir bireycilik anlayışının ortaya çıkmasında.
Teknoloji hızla gelişiyordu. Babadan kalma tarlayı ekmenin, tezgâhın başına geçmenin devri geçmişti. Artık devir tahsil devriydi.
Hayatta kalmak için piyasanın istediği vasıfta bir eleman olarak yetişmek lazımdı. Kısacası, davalar ve fikri kavgalar hayat kavgasının karşısında mağlup olmuştu.
Artık devir ekonomizm devriydi. Hem, her şeye ekonomi gözlüğüyle bakılması manasında; hem de farklı ideolojilerin taraflarının bile ekonomik çıkarlar etrafında kamplaşmaları manasında…
Öyleyse gençleri de ekonomik düzenin ihtiyacına göre eğitmek lazımdı. Öyle de yapıldı…
Ülkemiz de hızla sanayileşiyordu. Küçük şehirlerden ve köylerden büyük şehirlere çok hızlı bir göç yaşanıyordu. Büyük şehirlerin çevresindeki nüfus patlaması hızıyla artıyordu. Özellikle de çok çocuklu ailelerden yetişen genç nüfus…
     Artık gençlere yüksek gayeler gösterip, ideallerle bilinçlendirmek şöyle dursun temel bir kültür ile eğitmek bile büyük bir mesele haline gelmişti.
     Köydeki kültür atmosferinden kopmuş şehirde de ekmek kavgası içinde aniden erişkinliğe adım atmış gençlerin öyle uzun uzadıya "ben hayatıma hangi referanslarla mana kazandıracağım," diye düşünme imkânı olmamıştı.
     Zaten, bırakın hayata derin veya yüce bir mana kazandırmayı, insan gibi bir hayat yaşamanın asgari şartları için bile mücadele gerekiyordu.
     BİRİNDEN KOPUK NESİLLER
     Fikri mücadele yerine ekmek kavgası veren nesil de gelip geçti. Artık ülkemiz gerçekten de çağ atlamıştı. El kadar çocuklar babalarının dilinden anlamadığı makineleri topaç çevirir gibi ustaca kullanıyordu.
     Artık devir, baba parasıyla rahat bir şekilde yetişen gençlerin devriydi. Bu gençler anne babaları gibi belediyenin kazıp bıraktığı, çamur deryası sokaklardan yürüyerek okullarına gitmiyordu, özel güvenlikten geçerek girilen sitelerinden okullarına servislerle taşınıyordu.
     Bu gençlerin kendilerine ayıracakları çok zamanları ve imkânları vardı. Ama bunları değerlendirmek için bir gayeleri var mıydı?
Hayat kavgasından başka bir şey bilmeyen anne babalar çocuklarına nasıl bir gaye gösterecekti ki?
Hem bilgisayarı açıp kapatmayı bile bilmeyen bir anne-babanın nasihatlerini kim dinlerdi ki? Eski zamanlarda gençlik çağı yeteneklerin işlenmediği, değerlendirilmediği acemilik çağı olarak görülürdü. O zamanlar yaşlılar gençlere hem hayatta lazım olacak beceriler konusunda eğitim verirken hem de hayat felsefesini aktarırdı. Bu arada da tecrübelerini aktarırken değerleri ve kültürü de gelecek nesle aktarırdı.
     Peki, bu yeni nesil gençlere hangi yetişkinler bir şeyler öğretebilecekti?
Bir iki tuşa basınca dünyanın bilgisine ulaşan gençler, yetişkinlerden bir şey öğrenmeye ihtiyaç hisseder miydi?
     Artık yeniyetmelerle görmüş geçirmişlerin arasındaki o kadim hiyerarşi bozulmuştu bir kere… Artık anneler çocuklarına laf söyleme korkuyordu, ters bir laf işitmemek için.
Hatta gazeteler, annesini bıçaklayan genç kızları, okullarda öğretmen döven zorbaları yazıyordu. İnternette arama motoruna "otobüste yaşlılara yer vermeyen gençler," yazıp tıkladığınızda "günlere gidip pasta tıkınıp otobüse binince kendisine mağdur süsü veren teyzelere gıcık olan insan tipi," gibi mesajlarla dolu siteler çıkıyor.
Buna da şaşmamak lazım. Bu gençlere her şeye maddiyat gözlüğüyle bakmayı biz öğretmedik mi?
Öyleyse artık gerek biyolojik, gerek ekonomik yönden üretkenliği kalmamış yaşlılara değer vermemelerini neden yadırgıyoruz ki?
Modern dünya anlayışı sadece dünya hayatına, maddeye ve dolayısıyla bedeni-zihni yeteneklere değer verdiği için bunların zirvede olduğu gençlik çağını yüceltmesi normaldir. Bu durumda sağlıklı gençler dışındaki tüm kesimler, engelliler, hastalar, yaşlılar ve düşük yeteneklere sahip sıradan insanlar değersiz görülecek hatta ayak bağı sayılacaktır.
İnternette "yaşlı" kelimesiyle arama yapmaya kalktığınızda hemen yaşlı bakımı, yaşlılık çağı hastalıkları, huzurevleri gibi kelimelerin teklif edilmesi bu durumu çok güzel tasvir etmektedir.
İnsana beden ve beyin fonksiyonları nokta ı zarından bakan bir medeniyet için "yaşlı" sadece bakılması gereken bir varlıktır.
Öte yandan nüfus yaşlanması sorunuyla birlikte sayıları artan yaşlıların bakımı ekonomik bir problem olarak algılanır olmuştur. Artık haberlerde yaşlı bakımı gibi konular "Japonyada yaşlı bakımında kullanılabilecek robotlar tasarlandı" türünden başlıklarla yer almaktadır.
Anlaşılan hiçbir hak edişin karşılığı olmaksızın, sırf doğuştan getirdiği güç ve yeteneklerle şımaran gençlerin, anne babalarını robotların insafına terk ettiği bir çağa doğru gidiyoruz.
Peki, bu gidişatın sonu ne olacak?
     Anlaşılan bir gayeye adanmadan, sırf dünyalık kazanmak için yaşanan bir gençliğin sonu aynı felsefeyle yetiştirilmiş gençler tarafından ıskartaya çıkarılmakla sonlanacak. Bu korkunç kâbusu olabildiğince geciktirmek maksadıyla gençmiş gibi görünmek için çırpınanlar ise sadece sahte gençlik çözümleri pazarlayanları zengin etmiş olacaklar.
     Peki, bizim istediğimiz bu mu?
     Örnek alınacak bir büyük olmak için biz Müslümanların gençliğe ve yaşlılığa bakışı nedir, ne olmalıdır?
Maddiyatçılık çağının kuşatması altındaki gençlerimizi, kendilerini fani lezzetlere satmamaya, ebedi bir hayat için yaşamaya ikna edebilecek miyiz?
     Onların karşısına sadece yaşlanmamış, kemale ermiş, saygı uyandıran ve rehber olarak görülüp nasihatlerine başvurulan büyükler olarak çıkabilecek miyiz?
     Gençlere özenen değil, gençlerin özendiği, onlara "inşallah ben de onun yaşına gelince onun gibi olabilirim" dedirten muhterem yaşlılar…Zorla el öptürerek, harçlık ve maaş karşılığında satın alarak değil, içten bir şefkatin ve iyiliğin karşılığında samimi bir saygı gören ihtiyarlar…    
     Beli yaşlılığın acizliğinden değil, "olgun başağın boynu eğri olur" manasında, Rabbinin ve Rabbinin buyurduğu yüce hakikatlerin önünde eğilmiş; ama kendisi Rabbi önünde eğildikçe Rabbinin katında kıymeti yükselmiş tevazu sultanları…
Dünyaya tamah etmeyen ama dünya işlerini en iyi şekilde çekip çeviren ve imkânlarını cepsiz kefen için saklamayıp ölümsüz gayeler uğruna sarf eden model insanlar… Modası geçmeyecek hakikatlere tutunduğu için asla zamanın gerisine düşmeyen, vücudu yaşlandıkça imanı gençleşen kâmil delikanlılar…
     Yaratılış mucizesine mazhar, rahmet abidesi bedenini vakar örtüsüne bürüyen, kendisine baktığımızda sadece şefkat ve muhabbetle mütebessim yüz hatlarını gördüğümüz muhabbet fedaisi anneler ve babalar…
İlmi, irfanı, iyiliği ve faziletiyle gönüllerde taht kurmuş muhterem şahsiyetler olarak çıkabilecek miyiz?
Kendimizi de gençlerimizi de, gittikçe kalabalıklaşan ve anlamsızlaşan maddiyatçı dünyanın soluk gölgeleri olarak geçip gitmekten kurtarabilecek; Rahimiyet tecellisi, ebedileştirici bir kimliğe, Âlemlerin Rabbinin kulluğu sıfatına layık olabilecek miyiz?
Ne dersiniz?
     Gençliğe rol  model olabilecek miyiz?