Suphi Kaner, Yeşilçam'ın en sevilen komedyenlerindendi. Milyonları güldürmüştü. Ancak alkol bağımlılığı nedeniyle prodüktörlerin boykotuna uğrayınca yaşamına son verdi. Ardında sadece 30 yıllık bir dram bıraktı...
Adamın biri, ruh doktoruna gitmiş, "Doktor" demiş, "Ne yaptımsa bir türlü gülemiyorum. Dünyada hiçbir şey beni güldürmüyor" Doktor tavsiye etmiş: "Komik filmlere gidin, neşeli müzik dinleyin, komedileri kaçırmayın..."
Ne dediyse adam "Hepsini denedim, gülemedim" der dururmuş. En sonunda doktor gülmeyen adamı pencerenin önüne çekmiş. "Bakın" demiş, "Dünyanın en ünlü palyaçosu şu karşıdaki sirkte oynuyor. Onun yeryüzünde güldüremediği insan yoktur."Adam duraklamış ve ne cevap vermiş bilir misiniz?:
"O, bütün dünyayı güldüren palyaço benim!" demiş...
İşte Suphi Kaner, o palyaçonun ta kendisiydi. Otuz milyon insanı güldürdü, ama kendi gülmezdi, gülemezdi.
Cerrahpaşa'da, alt katı marangozhane olan ahşap bir kira evinde 19 Ocak 1933 te doğmuştu. Telgraf hat bakıcısı Ömer Efendi'nin tek evladıydı. Annesi  Nazime Hanım'ın "bir tanesi"ydi. Fakat bu tek evlat yedi yaşında çalışıp para  kazanmaya, eve bakmaya mecbur olmuştu.
Babası Ömer Efendi, çok yaşamadı, 1956 da öldü. Annesi, yıllarca konu komşuya çamaşıra, tahtaya gitmişti. Yıpranmış, ihtiyar, hastaydı. Suphi Kaner, Göztepe'deki hastaneden babasının ölüsünü almaya gittiği zaman hayatında ilk defa bir doktorun üzerine yürüdü: "Babamı öldürdünüz! Ona insan diye bakmadınız, katiller!" diye bağırdı. Babasının cenazesini omuzladı, sedyeye kendi koydu. Hastanenin ölü taşıyan arabasına tükürdü, kendisi bir taksi buldu. Babasının ölüsünü İstanbul'a  taşıdı, o güne kadar içki içmemiş sayılırdı, içmeye başladı. Durmadan  dinlenmeden nefes almadan içiyor, gece gündüz, kendini unutmak, kendinden  kaçmak istiyordu. Etrafındaki insanlardan da sadece şefkat, samimiyet, doğruluk, sevgi bekliyordu...
Baktı ki kendi yoksul, çevresindeki dünya yoksul, büsbütün küstü; kendi yalnızlığına çekildi. Şehzadebaşı'nda Ferah ve Turan sinemalarında fıstık, gazoz  sattı, geceleri sinema localarında sert iskemleler üzerinde yattı. Yorgan olarak  sinema kapılarındaki perdeleri kullandı.
1946'da Eyüp Halkevi'nde sahneye çıkmıştı. "Süt Kardeşler" ve "Mozambik" revüsünde oynamıştı. Aynı yıl cebinde 15 lirayla Yeşilçam Sokağı'na ayak bastı. Film yazıhanelerini süpürüyor, masaların, iskemlelerin tozlarını alıyordu.
Üç yıl sözlü, üç yıl nişanlı durduğu Ender'le 1959'da evlendi. 9 Eylül 1961'de ikiz çocukları dünyaya geldi: Aşkın (kız), Taşkın (erkek) doğunca dünyalar onun olmuştu.
Hatalı bir kararın kurbanı oldu, ümitsizlik içinde kendi hayatına son verdi. Eğer ona da "yaşadı" diyebilirsek... Sadece 30 yıl, 7 ay, 25 gün bu dünyada kaldı. 25 Ağustos 1963'te, geceyi geçirdiği bir arkadaşının evinde, üç tüp "Nembutal" yutarak intihar etti.
Ölümü garantilemek için, yatarken "Beni 12'den önce uyandırmayın" demişti. Şimdi, yıllardır hasret kaldığı rahat uykusunu bol bol uyuyacak. Hiç bir iş davetiyesi veya boykot kararı da uykusunu kaçıramayacak.
ÖLÜMÜNDEN BİR HAFTA ÖNCE...
Suphi Kaner, ölümünden bir hafta önce Ses Dergisi'nin bürosuna gelmiş ve prodüktörlerden dert yanmıştı... İşte o gün konuştukları: İri gözleri gözlerime baktığı zaman içim burkuldu, içki içmemişti. Ayağında mavi pantolon, üzerinde ucuz bir gömlek, dergimizin idarehanesine gelmişti:
"Ben Şile'de kendi kendime konuşuyormuşum, deliymişim. Tabii, kendi kendime konuşurum.Diyojen gibi dünyada konuşacak adam bulamadım da, ondan!" diyordu.
"Yeşilçam"a geldiğim gün 15 liram vardı, işte şimdi 10 liram var. Ama, ben o film prodüktörleri için hayatımı, canımı, kanımı verdim. Onlar benim iş hürriyetimi tahdit etmek cesaretini nereden buluyor? Bari, fırınlara da o "tamim"i yollasınlar da bana ekmek vermesinler! Bu, insan haklarına aykırıdır, insan haklarını çiğnemektir. Fakat onlara göre ben "insan" değilim ki. 20 lira haftalıkla sinema kapılarında bilet toplardım, beni 'Her gün en az otuz müşteriyi biletsiz içeri sokacaksın. Yoksa haftalık alamazsın' diye tehdit ederlerdi. Prodüktörler Cemiyeti beni halktan ayırmak istiyor. Otuz milyon seyircinin tebessümlerini çalmaya kimsenin hakkı yok! Beni, öldürmek  istiyorlar, ama ben bile kendimi öldüremiyorum. İki defa intihara teşebbüs ettim, ölmedim. Komedyen Naşit'i öldürenlerin oğulları, beni de öldürmek istiyor..."
Sözünün burasında gözlerinden yaşlar boşandı, ağlıyordu. Bizim de gözlerimiz  yaşlandı. Teselli ettik. Telefon çaldı. İki gündelik gazete daha onunla  konuşmak istiyordu. Kahvecimize limonata ısmarladık, "Buzlu olsun, ama çok soğuk olsun, içim yanıyor" dedi.
İki bardak limonata içti. Bafra sigarası yaktı, ikram etti bize de, "İfademi, savunmamı almadan beni mahkum ediyorlar, itibarımı kaybettim, tazminat isteyeceğim. Türkiye'deki  bütün kameraları sırtımda taşıdım, 18 yılda bu hale geldim. Bir hamalı aktör diye karşılarında görmek ağır geliyor. Aktörün cemiyeti, sendikası yok. İki çocuğuma dua etsinler, şimdi daha temkinli, daha efendice mücadele  edeceğim. Bu hareketim bütün prodüktörler için değildir. Boykot kararını kabul etmeyen prodüktörlere sadece teşekkür ederim. İçkiyi aleyhimde silah olarak kullanıyorlar. Bu olayların içki ile ilgisi yok. Beni "röntgenci" rolüyle  seyircilerimin karşısına çıkarmak istediler. Onu farkedince terkettim. Beni seven seyircilerimin hanımlarına, ben kötü gözle asla bakamam. Rol bile olsa  bakamam."
Veda etti, çıktı, iki gün sonra ölüm haberini aldık Bu arada, Prodüktörler Cemiyeti Başkanı. "Çağırdık, affedecektik. Pazartesi gelsin, konuşalım; zaten  geçici boykottu diyecektik" diyordu. Halbuki, pazartesi sabahı gazeteler Suphi'nin intihar  ettiğini yazıyordu...
           (Ses Dergisi - 31 Ağustos 1963)