Bir insanın arkadaşını birçok yönüyle tanıyabilmesi için uzun süreli birliktelik şart.
Sekiz yıllık Gevaş Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda okuduğum dönemde onlarca arkadaşımı birçok özelliğiyle tanımayı başarmamda, 1985’ten 1993’e kadar geçen zaman diliminin payı çok büyük.
O dönemler fikrini, düşüncesini, ırkını sormadan onlarca arkadaş edinmiştim; şakacı, ciddi, somurtkan ve sadakat sahibi…
Kadir(*) bu arkadaşlarım arasında en şakacı ve en samimi olanıydı.
Yırtılmış siyah önlüğü ve beyazlığından eser kalmamış yakası yüzünden öğretmenimizden işittiği azar, daha dün gibi gözlerimin önünde; lakin ne yazar…
Kadir’in sinirlendiğini görene, aşk olsun!
Gevezeliği yüzünden defalarca öğretmenden dayak yemişti. Kara tahtaya çıktığında tebeşir tutan eli korkudan titrediğini belli etse de, teneffüs arası yine şen-şakrak haline bürünürdü. Belki de ‘üzülmek’ ifadesi, onun okuduğu kitaba yazılmamıştı. Neşeli olduğu yılları düşünmeye çalışmam, maziye turlamama yol açıyordu: Semada helikopterler eksik olmazdı. Dağlara atılan silahlardan olacak, barut kokusu hep alışık bir kokuydu. ‘Şu kadar asker şehit oldu, bu kadar terörist öldürüldü’ sohbetleri hiç eksik olmazdı. Okulu çevreleyen duvarların arkasında zaman zaman askeri araçların geçişini izlerdik. Savaşın ortasındaydık belki de; Artos Dağı’nın eteklerinde… Fakat Kadir hep aynıydı; neşeli, mutlu, şakacı.
Üç katlı bir evlerinin, geniş bahçelerinin ve bir de arabalarının olduğunu anlatırdı sürekli. ‘Benim babam çok zengin’ deyişi var ya…
Diğer arkadaşlar da hep ona takılırdı: “Arabası olan insan, çocuğunu cehennem adasına (yatılı okul) gönderir mi?”
Kadir de, benim gibi Van’da ikamet etmesine rağmen Gevaş’ta okuyan öğrencilerden biriydi.
İlkokulu okuduğumuz yıllarda Gevaş’ta araba görmek pek mümkün olmazdı. Üç-beş öğretmenimize ait -markasına ve modeline şimdi pek rastlanmayan- arabalar göze çarpardı sadece.
Sekiz yıl boyunca Kadir’le aynı sınıfta okuduk. Aynı sırayı paylaşıp, aynı yatakhanede yattık. Yemekhane önünde dakikalarca kuyrukta bekleyip, yağından, etinden ve malzemesinden çalınmış yemekleri yedik. Terimiz gözümüze akana dek, defalarca deterjanı bol suyla temizlik yaptık. Banyoda uzun(!) süreli kaldığımız gerekçesiyle birçok kez sıcak suyumuz kesildi, soğuk suyun acısını tattık. Kömür taşıdık, odun kırdık, çamaşır yıkadık, ağaç diktik. Siyah-beyaz televizyondan cumartesi akşamlarını iple çekerek yerli filmler izledik.
Kadir kendisini Cüneyt Arkın’a benzetir, Turgut Özal gibi bir gün başbakan olacağını anlatırdı. Hafta sonları evci kâğıdı çıkarıp Van’a gider, belki de maddi durumunun iyi olduğunu kanıtlamak için dönüşte meyvelerle, otlu peynirle dönerdi. Nöbetçi öğretmenden gizli, yatakhaneyi yemekhaneye çevirdiğimiz günlerin sayısı, azımsanmayacak kadar çoktu. Okul duvarının dışına atlayıp, ilçenin küçücük çarşısını turlar, Kadir’in ısmarladığı -ekmeği bol- az çorba ile mutlu olurduk. Kadir ile tuttuğumuz takımlar dışında birçok konuda anlaşıyorduk. Biz monoton hayatımızı idame ettirirken, günler ayları, aylar yılları kovaladı. Netice itibariyle sekiz yıllık yatılı okul hayatını tamamlamış olduk.
Evet, kocaman sekiz yıl…
Lise dönemimde ve sonraki yıllarda Kadir ile zaman zaman görüşmelerim oldu. Maddi durumunu her geçen gün düzelten Kadir, tam bir işadamı olup çıkıyordu. Sohbetlerimizde, çocukluğunu hatırlatan ifadelere rastlıyordum: “Büyük bir kamyon aldım kendime, işyerim filanca yerde, çay içmeye beklerim. Haa, kamyonu şoför kullanıyor genelde, benim lüks marka bir otomobilim var. Akşam saatlerinde yem fabrikamızdayım; malum hesaplarla ilgileniyorum. Ellerinden öper, bir de çocuğum var”
Evet…
Kadir aynı Kadir’di…
Yine maddi durumundan söz ediyor, yatılı okuldaki afacan tavrını yansıtıyordu; fakat itici değil, bana sempatik geliyordu.
Kadir, yıllardır neşesinden, mutluluğundan ve sevincinden hiçbir şey kaybetmemişti; ta ki hayatını değiştiren o ‘Eylül’e kadar…
Ağaçlardaki yemyeşil yaprakları ansızın sarartıp döken Eylül…
Güneşe aldanıp ince giyinen bir kadını üşüterek, pişman eden Eylül…
İşte böyle bir eylül ayında, Kadir’in ağabeyi birkaç tefeciye bulaştı.
Tefeci deyip geçmeyin. Hani, para ihtiyacı olan kişilere üç lira borç verip, üç yüz lira isteyen yaratıklar…
Tam bir yıl boyunca Kadir’in ağabeyi borçlarını kapatmak için yine aynı tefecilere muhtaç bırakıldı.
Birinci yılın sonunda Kadir ve ailesinin evinin kapıları çalındı; hani yatılı okuldayken anlattığı üç katlı evin kapısı…
Kapı önünde, toplumun ‘vampir’ olarak da nitelendirdiği tefeciler vardı.
Vakti nasıl da tutturmuşlardı. Onlar değil miydi ki günbatımı ile şafak arasında mezarlarından dirilerek, insanların kanını emmeye geldiği inanılan yaratıklar?
Evet, Kadir ve ailesini perme perişan ettiler.
Ellerinde ne varsa aldılar:
Orta ölçekli bir yem fabrikası, bilmem kaç dönümlük bir arsa, üç katlı ev, bir kamyon, bir işyeri, Van’ın en lüks semtinde lüks bir daire, Kadir’in övünerek anlattığı son model otomobil, babasına ait emekli ikramiyesi, küçük bir kamyonet ve bir miktar nakit para…
Tefeciler acımadı.
Nasıl ki üzülmek Kadir’in kitabında yoksa, acımak da onların kitabında yoktu.
Kadir’in küçücük kızının gözlerindeki parıltıyı fark etmelerini tahayyül etmek, büyük yanılgıydı. O vampirler varlıklarını, insanların ölümüne borçluydular. Sürü halinde yaşıyor, sürü halinde avlanıyorlardı zira.
Geçenlerde gördüm Kadir’i…
Bir dönemler kendilerinin olan, şimdi tefecilere ait üç katlı evde kirada kalıyormuş. Tüm kardeşleri ve yaşlı babası ile birlikte yek-yürek çalışıyorlarmış. Kendisi de bir fırında çalışıyormuş. Bir saat kadar sohbet ettik. Konuşunca gülümsemeye çalışıyordu; fakat o eski gülüşten eser yoktu.
Mülteci bir kız için yazılan mısralardaki gülüşün benzeriydi bu:
“Al bir tebessüm kanıyordu dudaklarından”…
*Kadir ismi hayali, yazıda geçen olayların tümü gerçektir.